I am cursed and casted out from all the luck life possess. I have been betrayed thousands of time. I have lost myself in the corridors of my mind running from the whispers they hold. No friend, no family, no proper income in this wild capitalistic jungle. Only stabbed knives in my back over and over again. I forgot the pain that I don’t feel anymore. I haven’t given up but I’m too exhausted. Really too exhausted. I don’t even wanna breathe anymore. Life has cornered me, like a rabbit waiting to be hunted in fear. I am waiting my hunters to have mercy trembling in fear within their cruel palms. Only solution I see now is the finite solution I have long battled yet desired. I don’t know how to do it but I feel my soul and brain can’t handle life anymore. It wants the turn off the lights for an eternity. For an infinity of certain peace.

Feast for the Crows

I want to leave this place at the same time I have no idea where to go, what to do. I feel cold steel of my cage slowly molding into my skin. I want to take it off. Take off all my skin to set free my little birds, long beholded from sun and sky. I want my bones to turn dust just to be one with the wind. My blood to dry on the shores where sun burns bright just to crave serenity of the waves. I want to lay my tired head on the breasts of mother again. Let gulls eat my guts so that I can forgive my rotten corpse, lived relentlessly not knowing itself, now just became a nice meal to the ones I desired to return at last.

Yarım Kalanlar

Burada yazmayalı uzun zaman oldu. Belki de seneler geçti içimi dökmeyeli. Zaten içim de öylesine boşaldı ki artık yazmayı da beceremiyorum. Kelimeler kifayetsiz, cümleler aciz kalıyor. Ya da anlamsız. Travmatik bir üniversite hayatından sonra mezun oldum. Hemen ardından bir iş buldum. O işte tutunamadım. Ah çocukken o saf ürkek zihnimle öngördüklerim bir bir gerçek oldu. Ailem beni yüzüstü bıraktı. Türkiye’ye hapsoldum ve tutunamayacağım işlerde çalışmaya başladım. Çalışmayı gerçekten sevmediğimi fark ettim bu sürede bir artı olarak. Ama sevmediğim şey çalışmak mıydı yoksa depresyon mu emin değilim. İlaçlar ve terapi zihnimi pelte yaptığından beri mekanik olmak dışında bir şey gelmiyor elimden. Ah bir de hislerim olmasa. Başıma bela olan hislerim. Duygular tüm kötülüklerin anasıdır. İnsan olmak en büyük lanettir. Herkes gibi yabani bir hayvan olmam gerekirdi oysa ki. Bunu da beceremedim. Tıpkı 8 ay boyunca mobbinglere maruz kalarak çalıştığım saçma sapan iş gibi. Üstüne üstlük açlık sınırında maaş veriyorlardı. Tıpkı Denizli’den ailemden hapsimden kaçmak için aldığım fevri kararla taşındığım Ankara’daki işim gibi. Zamanla olur, zamanla yükselir, zamanla rayına oturur. Nasıl bir zaman istiyorlar yoksulluk sınırının yarısında bir maaş vermek için henüz anlamış değilim. Bu durum beni inanılmaz geriyor. Biraz mutsuzum. Her sıra olduğumdan daha naif ve durgun bir mutsuzluk ama bu. İlaçlardan mı terapiden mi bilmiyorum. Çok şey atlattım kendimi öldürmeye kalktım ve bileklerimi kestim. Başaramadım. Denizli’yi terk edip Ankara’ya yerleştim. Bu şehir bana iyi geliyor aslında ama koşullara uyum sağlamak gerçekten zor. Doğru düzgün beslenememek. Dışarıda vakit geçirememek. Yalnız olmak. Hasta olmak. Hastayken bir başına kalmak. Gerçekten üzücü bir hayatım var. Öyle klasik bir şekilde bir sokak çocuğuna üzüldüğünüz gibi değil. Modern bir burukluk. İçinizde parçasını hissedeceğiniz görmek istemediğiniz gerçekliğin burukluğu var hayatımda. Geleceğimin kontrolünü ele alamıyorum ya da almak istemiyorum. Korkuyorum. Başarısız olmaktan. Tekrar tekrar denemekten korkuyorum. Uykularım…

The Strange Things

My life is at a turning point,

I, can’t hold the breaks of it;

Where my legs are shaking from the sight of the strange things.

Shock, in my eyes, where apple of my eye went pitch black dot,

Like a little rabbit under light

And, of all the strange things that happened to my corps, living corpse;

My conscious was the most in panic, like little rabbit under the light.

Calm yet with a restless soul,

This little rabbit stuck where the light hit it’s eyes;

Eyes, went pitch black dot of all the strange things.

Böyle bir hayatı kim ister ki ? Böyle kendine düşman bir zihne sahip olmayı. Koridorlarında kaybolmak kendinin. Yanında olmaz kimse, olamazlar. Nereden bilecekler, bilseler bile nasıl anlayacaklar ? Anlasalar bile neden istesinler senin için orada olmayı ? sen tüm kalbini teslim edersin, dokunamıyor olsan bile varlığı yeter, konuşmak istediğinde orada yüreğine yaslanacağın birinin varlığı yeter sadece. O bunu kabul edemez, o da normal perdesinin arkasındadır senin bir türlü geçemediğin. Dokunmak, öpüşmek ve teninin sıcaklığını hissetmek ister perdenin arkasında yaşayan herkes gibi. Çabalamaktan yoruldum artık, denemekten yoruldum. Kendimle mücadele ederken yoluma cam parçaları bırakan herkes ve her şeyle mücadele etmekten yoruldum.  Tek istediğim uyumak, sonsuza dek uyumak. Ruhuma çöken bu ağırlığın yükünü omuzlanmaktan gına geldi. Kendimi o yükle birlikte uçurumdan atmak istiyorum. Havada süzülürken kısacık bir süreliğine hafiflemek istiyorum. Onun da dayanacağı nokta buymuş. Artık konuşmuyoruz bile soğuk hal hatırlar dışında. Ağırlaşan göz kapaklarımı kaldıramıyorum bu yazıyı yazarken. Şarkılar ve boş sayfalar dışında kimsem yok, kendimi içine attığım tüm kalabalıklara rağmen yapayalnızım.

Hiçlik

Hiç kendim gibi hissetmiyorum şu dönemlerde. Tıpkı 3. kez ısıttığım kuru bir yemeği yiyor gibiyim. Hiçbir şeyin tadı yok benim için ya da heyecanı. Tüm arzularım ve isteklerim ellerimde ölmüş çürüyorlar. Ne yapacağımı ve ne yapmam gerektiğini bilmiyorum. Sercan’ı tanıdığımdan beri mutlu hissediyorum ama bundan da pek emin değilim çünkü artık daha boşum. Sonsuz bir boşluğa düşüyorum ve artık bunu kabullenmiş gibiyim. Sadece bedenim yaşıyor bu hayatta, ben farklı bir yerdeyim.  Yemek yeyip su içmekten ibaret artık hayatım. Bir bitkiden pek bir farkım yok sanırım. Oysa bitkiler çok sıra-dışı ve güzeldirler. Bende bunlar da yok. Sıradan, koca bir hiçim. Mücadeleyi çoktan bırakmış, kendini terk etmiş bir hiç. İçimdeki hislerin hapsinde yaşıyorum. Bana ait olmayan çok korkutucu hisler bunlar. İçimi boşaltan, iyiliği ruhumdan sıyırıp atan hisler. Ben mi bu hale getirdim kendimi ? Kendimi eleştiremeyecek kadar narsist miyim ? Yoksa gerçekten haklı bir isyan içinde miyim ? Bir sistem veyahut bu toplum ve insanlar mı beni bu hale getirdi ? Sorularıma cevap bulamıyorum. Herkese göre suçlu benim. Sürekli olumsuz olduğum için. Ya da dengesiz olduğum için. Bilmiyorum belki de haklılar. Asıl sorun şu ki ne kimse yardım etmek için çaba gösterdi ne de bu sorunların neden kaynaklandığına dair bir düşünce geliştirdiler. Onlar en kolayını seçti. Hayattaki her seçimimi benim üstüme yıktılar, bunların benim arzularım olduğunu ve yanlış olanlarının sonuçlarına benim katlanmam gerektiğini söylediler. Benimle sürekli dalga geçtiler, heyecan peşinde olduğumu, dayanaksız olduğumu, çirkin olduğumu, şişman olduğumu, kadınsı olduğumu, yaradılışımın elimde olmayan her bir parçasını kargalar gibi parçalayarak bir kenara tükürdüler. Oysa ki beni bu hale onlar getirmişti. İstemediğim her seçimi onlar yüzünden yapmak zorunda kalmış, istemesem de bir çok durumda yüzlerine gülmek zorunda hissetmiştim. Her şeyi ufak şakalarla karşılamıştım. Öfkelendiğim zamanlar da olmuştu. Ama hiç kimse hiçbir zaman beni ciddiye almamış, kolay lokma olan hep ben olmuştum. Bunun sebebi de annemdir, beni kendi gibi ezik yetiştirdiği için. İnsanlar… ah insanlar! Hiç mi merhametleri yoktu ? yaptıkları şeylerden hiç mi utanmadılar ? bilmiyorum. Öyle olsa gerek ki şuan kimsenin umurunda değilim. Annem, evet kendi annem bile en ufak mutsuzluğumda hastalanıyor, krizlere giriyor, her şeyin benim hatam olduğunu, huysuz olduğumu söylüyor. Beni bu hayata sanki kendi getirmemiş gibi. Hiçbir tercihimde bana yol göstermediği halde ebeveynlik yapmış gibi gurur duyuyor. Daha 9-10 yaşında ortodonti tedavisi olup olmamam gerektiğine bile kendim karar verdiğimi hatırlıyorum ve doktorun dediklerinden o kadar korkmuştum ki bir çocuk olarak, bu tedaviyi reddetmiştim. Yüz şeklimdeki ve nefes almamdaki bozukluk geçmişteki bu tercihimden kaynaklanıyor. Kim bilir belki ileride dişlerimin dökülmesinin de sebebi bu olacak. Gördüğünüz gibi küçücük akılların küçücük tercihleri nelere yol açıyor. O yüzden yaşamak istemiyorum artık bu dünyada. İnsanlar arasında dolaşacak kadar bile mide sağlığımı koruyamaz hale geldim. Hayatıma her yeni giren bir başka insanla midem daha da bulanıyor. Onların o iğrenç, ilkel karakterlerinden ölümüne tiksiniyorum. Kaçmam gerek hepsinden. Çok uzaklara, insan olmayan diyarlara gitmem gerek. Kendimi hiç insan gibi hissetmiyorum. Bunun için çok aşağılık ve vahşi olmak gerekir. İnsanlar böyledir. Ne yapmam gerektiğini gerçekten bilmiyorum. Ders çalışmak istemiyorum. İşte Çalışmak istemiyorum. Artık haplara mahkum olmak istemiyorum. Güzel bir yemek yemek, iyi bir şarap içmek ve ılık güneşin altında arkada hafif bir güney Fransa melodisi ile dalgalara karışmak istiyorum. Yaptığım son şeyin bu olmasını istiyorum. İkinci kez yapmak zorunda kalırsam tadını yitireceği için yeni bir yok oluş seçmem gerekir ve benim bu ikinciliklere ayıracak yeteri kadar enerjim yok. Bu dünyaya bir daha geri gelmek istemiyorum. Hiç var olmamış gibi sadece kaybolmak istiyorum. Umarım bir Tanrı vardır ve ona hayatımın hesabını sorabilirim. Eğer orada da bu dünyadaki gibi ilkel bir sistem varsa inanın Tanrı’dan da hesap sormam. Eminim ki bunu kendimin seçtiğini ve mutlu olmam gerektiğini söyleyip beni cehenneme gönderecektir. İnsanların altında olduğu gibi onun da altında ezileceğimdir. Çünkü benim kaçamayacağım yerim budur evrendeki. Bir hiç olmak. Önemsiz olmak. Parça pinçik edilip sindirilmek, dalga geçilmek. Kendi ailem ve sevgilim tarafından bile. Ben buyum. Ezik bir hiç. Bunu değiştiremem. Çok da önemsemiyorum artık ne olduğumu. Hiçbir şeyi önemsemiyorum. Giderek daha da sessiz bir insan haline geldim. Artık konuşmak için bile çok fazla enerji ve çaba sarf etmem gerekiyor. İnsanlara diyecek bir şey bulamıyorum çünkü. Karşılarındakini aptal zannetmeyi çok seviyorlar. Ben de öyle bilmelerine izin veriyorum. Çünkü onlara gerçekleri anlatıp durumu açıklamak çok meşakkatli bir iş. Bunu yapmaya değeceklerini düşünmüyorum.

İsimsiz Şiirler

Hastalıklı canlılar sokağındaki evime doğru iç çürüten bir kaç adım,

Zihnimin kırbaçları işkence etmek için hazır; taze kayış kokusu ciğerlerime dolan.

Günün sonu: Yorgun bir beden yatağıma sürüklediğim, bir ölü…

Nefes alıp verilmiş oysa bütün gün yapılmamış pek matah bir şey.

Gözlerimde ağrılar, dinmeyen ağrılar…

Acılar saldırıyor sırtıma özlemiş çocuklarım gibi,

Kırıklar batıyor ayaklarıma onları odama götürürken.

Boş karanlık açmış kollarını bekliyor beni. Tarifi olmayan bir korku işte…

Atıyorum kendimi yatağa, yavaşça iniyor göz kapaklarım;

Ertesi gün biraz daha tükenmek üzere uykuya dalıyor benliğim.

İsimsiz Yazılar

Sonsuz acınasılığın bekçisi gibiyim. Bedenim fazla yorgunluğa gelemiyor. Yaşlı küçük bir adam gibiyim. Ruhum bastonuyla gençliğimin koşar adımlarını yakalamaya çalışıyor. Kampüsün kendime haylice benzettiğim yıkık dökük, kararmış bir bankında; kuş cıvıltıları ve cırcır böceklerinin sesleri arasında merakına yenik düşmüş bir karınca ne yazdığımı merak edip defterime tırmanırken kişisel gizliliğimi korumak adına onu iteliyorum. Ankara yazının kavurucu sıcaklığına dayanamayan kuru bir yaprak sessizce enseme düşerek düşüncelerimi bölüyor. Burnumda şarap mı yoksa votka mı olduğunu çıkaramadığım tuhaf, çürük bir koku. Birden içimi bir korku kaplıyor, irkiliyorum. Etrafıma bakıyorum. Sakinleşiyorum. Günün belli saatlerinde açılan, yarısı bozuk, sulama sisteminin çıkardığı gürültüymüş korkuma sebebiyet veren şey. Belki de benim bile itiraf etmekten korktuğum başka başka şeylerdir. Hayata bir süreliğine, sıcaktan çatırdayan çimlere can vermek için toprağın içinden köstebek başları gibi çıkan başlıkları izlemek üzere ara veriyorum. Yanımdan geçen insanların sesleri ile irkiliyorum. Tekrar hayata döndüğümde karıncaların masamı terk ettiğini fark ediyorum. Onlar da bu halimden sıkılmış olsa gerek. Kafamı yukarı kaldırıyorum: Kızıl renklerle bezeli ağaçlar saçlarını siper etmiş keyif veriyorlar bana. Dünyayı bağımsız olarak izlediğim, az ötedeki kahvecinin kalabalığından uzakta, kim bilir benden başka kaç kişinin oturduğu fakat dikkat etmedikleri minik köşemde oturuyorum. Bir başınalığım tüm asaleti ile karşımda acılarıma sırıtarak yüzüme bakıyor, tıpkı insanlar gibi. Dikkat kesiliyorum. Yaprakların hışırtılarını, hiç susmayan cırcır böceklerini, kadın göğsü üstüne müstehcen bir sohbete dalmış alkol kokan üç delikanlıyı işitiyorum. Yorgunluğum üstümden kalkmış gibi hissediyorum. Muhtemelen beni yoran kalabalıklardan kaçtığım için. Güneşin batmasıyla akşamüstünün Ankara griliğini aydınlatan dev stadyum lambaları ıslak çimleri parlak birer zümrüt tanesine çeviriyor. Telefonumun bildirim sesiyle uyanıyorum rüyalarımdan. Kalemi bırakırken orta parmağımdaki nasıra yaptığı baskının acısını yeni fark ediyorum. Silkiniyorum, artık günün geri kalanını yaşamaya dayanabilirim teskiniyle derin bir nefes alıp rüyamı terk ediyorum.

Okumaya devam et “İsimsiz Yazılar”